SON DAKİKA
Nurettin BAY
Daha ne bekliyoruz?
06 Ocak 2018, C.tesi
Çin Devlet Başkanı Şi Jinping,  Çin Halk Kurtuluş ordusu Merkez Komutanlığını ziyaret ederek bölgede jeopolitik gerginliklerin tırmandığından dem vurmuş ve "savaşa hazır olmaları, ülkelerini savunurken ölmekten de korkmamaları” çağrısında bulunmuş. 

Birinci Dünya Savaşı kendilerini tüm dünyadan daha medeni gören Avrupalıların eseriydi. Bir açıdan Avrupa’nın savaşıydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşına Avrupa’nın dışından da ülkeler katıldı. Avrupa ülkeleriyle birlikte ABD, Çin, Japonya da savaşın içinde oldu. Yani tam bir dünya savaşıydı.  

İkinci Dünya Savaşı bugünkü dünya nizamını doğurdu. Savaş galibi ülkelerden 5’i ayrıcalıklı imtiyazlara kavuştu. ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere Birleşmiş Milletler’de veto hakkına sahip ülkeler konumuna geldi. 

Müslüman ülkelerden hiçbiri İkinci Dünya Savaşına katılmadı. Türkiye her iki taraftan da teklif almasına rağmen tarafsız kalacağını açıkladı. Savaşın bitimini gördükten sonra Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ettiyse de Türkiye’nin savaş biterken almış olduğu bu karar hiçbir işe yaramadı. Sadece yeni kurulan Birleşmiş Milletler’de kurucu üye olma hakkı elde etti. 

Dünya yeni bir savaşın eşiğinde görünüyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin tek başına süper güç olma avantajını kötüye kullanması, dünyayı yeni bir istikamete zorladı.  Amerika’nın ülke içinde birliği temin etmek için El Kaide ile başlayan kendi düşmanını icat etme politikası ve terör örgütleri ile Müslüman ülkeler üzerinden dünyaya korku salmak istemesi ters tepti. Öte yandan tüm Ortadoğu politikalarını İsrail’e endeksleyen Amerika patinaj yapmaya başladı. 

Recep Tayyip Erdoğan, 2. Abdülhamit Han’a benzeyen dış siyaset anlayışıyla İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan gayri adil duruma korkusuzca karşı durdu. " Diklenmeden dik durma” sloganı işe yaradı. Suudi Arabistan- Mısır- Birleşik Arap Emirlikleri triosunun İslam Alemi üzerindeki etkisi son Kudüs ve Katar  politikaları ile azaldı. "One Minute” hadisesinden sonraki en büyük çıkış İslam İşbirliği Teşkilat’nın 13 Aralık’taki Türkiye zirvesiyle yaşandı. Bu tarihten sonra Kudüs davası yeni bir ivme kazanırken, ABD İslam Dünyası üzerindeki tüm itibarını kaybetti. 

Ortadoğu’yu kaybettiğinin farkına varan ABD şimdi kabadayılık, tehdit ve korkuyla hâkimiyet kurmaya çalışıyor. Ancak, başta Türkiye olmak üzere birçok İslam Ülkesi, gelecek planlamalarından Amerika’yı çıkardı. Şimdi yeni ittifaklar yeni ortaklıklar kuruluyor.  Türkiye’nin Rusya ve İran yakınlaşması, Reis’in Sudan-Çad-Tunus (Afrika) çıkarması ile  Fransa ve İtalya ile yapılan savunma sanayi işbirliği anlaşmaları sıradan gelişmeler değil. Yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye Yeni Dünya’nın şekillenmesinde aktif rol oynuyor. 

Çin yakında ekonomik büyüklükte Amerika’yı geçecek. Trump’un iş başına gelir gelmez Amerika Şirketlerine üretimlerini kendi ülkelerinde yapma zorunluluğu getirmesi boşuna bir çaba değil. Bunlar Amerika’nın çöküşünden önceki son çırpınışlar. Milli Birlik ve Beraberliğini ekonomik refaha borçlu olan ABD kan kaybetmeye devam ediyor. Kan kaybettikçe hırçınlaşıyor ve adaletten uzaklaşıyor. Körfez ülkelerini "rejimi düşürme” tehdidiyle korkutan Amerika, o ülkelerden zorla elde ettiği-edeceği paralarla fazla yol alamaz. Ancak çöküşe giden süreci yavaşlatabilir. 

Şimdi bize ve tüm İslam Alemine düşen görev, süreci iyi takip etmek ve doğru politikalar üretmek. Amerika’nın içimize saldığı tüm terör örgütleri ile topyekun mücadele birinci görevimiz olmalı. Bu belayı içimizden bir an önce def etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, terör belasından kurtulmayı başarabilirsek Amerika Birleşik Devletlerini dize getirmiş oluruz. 

Sonraki görevimiz çalışmak. Kabul etmeliyiz ki tüm İslam toplumları olarak tembeliz. Çalışmıyoruz. Üretmiyoruz. Verimsiziz. 

Dünya’nın üçüncü büyük savaşa hazırlandığı bu konjonktürü iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Devlet olarak da, hükümet olarak da, millet olarak da, fert olarak da görevlerimiz var. Bu görevler üzerimize farz mesabesinde görevler. 

Kendi milletimize bir bakalım. Gece yarılarına kadar uyumuyoruz, sabah erken uyanamıyoruz. Tüm işletmelerin en büyük sorunlarından biri çalışanların zamanında mesaiye gelmemesi. Mesaiye gelse bile verimli çalışmaması. Halk arasında patron-çalışan kavgası var. Çalışanların büyük kısmı işverene, işverenlerin büyük kısmı çalışana düşman. Çalışan çalıştığı işi kendi işi gibi görmüyor. Çalışanların verimliliği çok düşük. "İşten arazi olma” kavramı ruhumuza kadar işlemiş. Çalıştıranların bir kısmı işçisinin hakkını hukukunu yeterince gözetmiyor.  Devlet getirdiği çalışma mevzuatıyla işi daha da zorlaştırıyor. Çalışan iş yasalarını istismar ediyor. Hakkını alsa dahi, işten ayrılan soluğu mahkemelerde alıyor. Eğitim sistemimizi istenilen seviyeye getiremedik. Yüzyıllardan buyana değerlerimizden uzaklaşmış olmamız toplumsal eğitim ve kültürümüz üzerinde büyük yozlaşmalar oluşturmuş. Gerekmediği kadar politikanın içerisindeyiz. Her yerde ya politika konuşuyoruz, ya futbol. Daha doğrusu çalışacağımız yerde konuşuyoruz. Hem de çok konuşuyoruz. Dedikodu had safhada… 

Daha birçok şey yazılabilir. Ancak tamamını toplayıp iki kelimeyle özetleyecek olursak, "samimiyetle çalışmama” hastalığımız var. Bu hastalıktan bir an önce kurtulmalıyız. Kurtulmak için de çaba sarf etmeliyiz. Çalışan da, çalıştıran da bu çabayı göstermeli. Milletçe titreyip kendimize gelmenin tam zamanı.  Konjonktür hazırken daha ne bekliyoruz? 

Meseleyi olumlulaştıracak olursak, "ihlasla çalışma”yı başardığımızda yeni kurulan dünya sisteminde söz sahibi olabiliriz. Aksi takdirde Allah muhafaza yüzyıllar sürebilecek yeni bir fetrete doğru savruluruz.